Wednesday, January 04, 2006


İran'da Bektaşilik İzleri

ايران´دا بكتاشيليك ايزلري


Bektaşiliğin İran boyutu hakkında izlenimlerimi aktarmaya çalışacağım. Bu kısa gözlem yazıma başlarken rahmetli Kadri Erogan'ın aziz hatırası önünde saygı ile eğiliyorum. Yazmaya çalışacaklarımı ona, onun sohbetinde anlatabilmeyi çok isterdim. Yazımdaki tespitler, bir anlamda onun bize nasihati, ulaşılmasını arzuladığı hedefleri ve biraz da vasiyeti idi.

Hocamızla Hacı Bektaş Kasabası'nda, Hacı Bektaş Sempozyumu'nda yanılmıyorsam 1986 yılında tanışmıştık. Dostluğumuz kesintisiz sürdü. O, Uğur Sümer, Prof. Dr. Abdurrahman Güzel'le yaptığımız sohbet toplantılarında, Bektaşîlik gerçeğinin gün ışığına çıkarılması ihtiyacı üzerinde duruyorduk. İstismardan kurtarılmasını istiyorduk. Nihayet bunun ancak ilmî çalışmalarla olabileceğine karar verdik. Çalışmaların üniversite ile organik bağı olmalıydı. Akademik çalışmalar ancak böyle mümkün olabilirdi. Nihayet onun başı çektiği bir grup dava adamı arkadaşın bitmez tükenmez gayretleri ile Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Merkezi kuruldu ve faaliyetine başladı.

Merkezin üzerinde çalıştığı projelerden birisi de Hoca Ahmet Yesevî -Hacı Bektaş Velî arasındaki hiyaraşik iltisakın tespiti idi. Türkmenistan-Türkiye arasındaki Türk inanç coğrafyasının incelenmesini, dönem dönem zincirin her halkasını gerçeğine uygun şekli ile açıklanmasını hedefliyordu.
Biz "İran'da Bektaşîlik İzleri" ismini verdiğimiz bu yazımızla, duyulan ihtiyacı karşılamaktan çok uzak olduğumuzun farkındayız. Ne var ki sathî de olsa gözlem düzeyinde de olsa katkı sağlayabileceğini düşündük.
Bu notları çıkarmaya başladığım, İran'ın Horasan bölgesinde büyük deprem felaketi yaşadık. Komşu İran'ın acısını paylaşıyor, ölenlere Tanrı'dan rahmet diliyorum.

Açıklamalarımı kısa bir girişten sonra tanıma imkânını bulduğumuz kurumlan, bazı nokta tespitlere, Türkiye ile ilgili görüşlerine yönelik görüşmelere yer verip sonuçlandırmaya çalışacağım.
Kurumlar, kurumların işlevleri, inanç kesimleri ile ilgilerine dair açıklamaları yapmaya çalışırken,
imkân nispetinde Bektaşîlik ve Hacı Bektaş Veli araştırmalarını eksen olarak almaya çalıştım.

Giriş:
Bizim İran'a gidişimiz, İran'daki (Al-el Seyit Mirasını Yaşatma Müessesesi) Ehl-i Beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı'nın davetiyle gerçekleşti. Bu vakfın davetinde Dr. Abdülkadir Sezgin'in Avrasya Dosyası isimli dergideki yazısı vesile oldu.

Dr. Sezgin bu yazısında mealen, "Türkiye'deki Caferî inançlı Türk Cemâtin din adamı ihtiyacı, İran da Kum şehrinde eğitim görerek karşılanıyor. Caferî inançlı Türk Dünyası'na din adamı yetiştirilmesi konusu, Türkiye'de ele alınabilir. İran da Türkiye'de, İran'daki Sünnî inançlı Türkler için dinî eğitim verebilecek din adamı yetiştirebilmelidir" diyor.
Dr. Sezgin'in bu makalesini inceleyen İran'ın Ehl-i Beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı'nın II. Başkanı Sayın Seyit Ali Şehristanî: "Biz İran'da Sünnî inançlı cemaat için de, din görevlisi yetiştiriyoruz. Görmek istiyorsanız sizi davet ediyoruz" diyerek bu geziyi yapmamızı sağladılar.
Böylece biz, Prof. Dr. Şaban Kuzgun, Doç. Dr. Yusuf Sezen, Dr. Abdülkadir Sezgin'le birlikte l2-23 Kasım 1996 tarihleri arasında Kum, Tahran, Meşhed, Nişabur, Tus, Tebriz ve İsfahan'da inceleme yapma imkânları bulduk. Medrese, üniversite, müzeleri gezdik ve halk arasında temaslarımız oldu.

Tespitlerimizi üç ayrı metinde topladık. Bunlar;

1- Tespitlerimize halk inançlarımızı eklediğimiz "Vatan-İran-Turan Hattı Caferî Türk'ler de İnançları" isimli çalışmamızı ufak bir kitapçık yapıyoruz (Türk Dünyası Araştırmaları, sayı: 108).
2- İran aydınının dinî değerler itibariyle de ettiği işbirliği teklifini, millî değerlerimizle yorumladığımız "Güney Azerbaycan'da Din" başlıklı bir başka çalışmamızı da Kutlu Doğum Haftası'nda tebliğ olarak sunacağız (28-30 Nisan 1997).
3- Şiî-Caferîliğin, tarihî seyrinde siyasetlerinden hareketle, Caferi dünyasında inisiyatifin, Türklerine geçebileceğini izaha çalışan yeni bir strateji "Caferî İnançlı İslâm Aleminde Türklük" adı altında Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik İşbirliği Kurultayında (10-13 Nisan 1997) tebliğ olarak verilmiştir.

Bu üç çalışmadan bahsetmemin sebebi konunun daha iyi anlaşılması ve muhtemel sorulara cevap teşkil etmesi içindir. Şimdi yapmaya çalışacağım açıklamalar, İran'da gördüğüm duyduğum hususlarla Alevilik-Bektaşilik konularının bağlantısı üzerine olacaktır. Bahsettiğim ilk çalışmadan da zaman zaman alıntılar aktaracağız.

Kurumlar:

Bizi İran'a davet eden Ehl-i Beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı'nı kısaca tanıtmak Türk Kültürü ve Hacı Bektaş-ı Velî Araştırma Merkezi'nin bu kuruluşla hangi noktalarda işbirliği yapabileceği konusunda bazı fikirler verebilir. Ehl-i Beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı'nın 'merkezi Necet ve başkanı da Seyyid Ayetullah-ı Uzmâ Sistâni'dir. Kum'daki karargâh ise bu vakfın İran temsilciliği ve ikinci yetkili merkezidir. Kuruluşun Caferi dünyasında başka şube ve temsilcilikleri de vardır. Başka bir ifade ile bu vakıf, yüz milyon dünya Şiâ- Caferiliğinin, Şiî Caferilik adına karargahıdır. Sadece İran'da değil halkı Şiâ-Caferî olan veya halkının arasında Şiâ-Caferi inançlı Müslümanların da bulunduğu her ülkede etkinlikler göstermektedir. İran'da bu tarz vakıf denilebilecek karakterde bir çok kuruluş vardır. Şiâ-Caferi inançlı alem denilirken Hindistan, Pakistan, Afganistan, Özbekistan'da mahdut kesimler, İran, Azerbaycan, Nahcivan'ın tamamına yakını ile Ortadoğu'da Irak, Suriye ve Körfez ülkelerinin belirli yüzdeleri; Türkiye'den bir bölüm kastedilmiş olmaktadır.

Anılan vakfın gelirlerini, cemaatin dinî vergileri olan ve kazancın yüzde 20'sini teşkil eden "Humus" oluşturmaktadır. Ayrıca Meşhed gibi 24 saat ticarete açık olan iş merkezi mahiyetli şehirlerin bütün mal varlığı vakıf olup geliri bu tür amaçlara hasredilmektedir. Bir fikir vermek üzere Ehl-i Beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı'nın dünya Caferîlerinden 600 bin din öğrencisi ve görevlisine maaş verdiği, İmam Rıza Külliyesi'nin günde 300 bin insana yemek verdiği, ve bu vakfın mütevelli heyetinin Humus'dan gelen yıllık yüzde 5 payının ise, 50 milyon doları bulduğu söylenilmektedir. Hemen arz deyim bu tespitler tescilli istatistik bilgileri olmayıp diyaloglar sonucu derlemişlerdir.

Ehl-i Beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı, İran İslâm Devrimi'nden evvel de vardı ve mevcut rejim değişse de varlığını devam ettirecektir. Bu kuruluşun geçmiş dönemler itibariyle günümüzdeki etkinlik farkı, bu dönemde, Kum ve Tahran yönetiminin, büyük ölçüde hedeflerinin aynı oluşundandır.

Bu kuruluşun idarî personel kadrosunun temelini, seyyidler ve onların hiyerarşik karizmaları teşkil etmektedir. Mollaları ise, aldıkları eğitimin seviyesine göre bu kadrolaşmayı tamamlamaktadırlar. Böylece Tahran merkezli, İran İslâm Yönetiminin yanısıra, Defter-i Tebligat-ı İslâmi Havza-i Kum ile muhatabız.

Ehl-i Beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı , mevcudiyetini ve hedefini " İslâm Kültür ve Medeniyetini yeniden tesisi etmek" olarak tanımlamaktadır. Bunu yapmaya çalışırken, bazen kendi bünyesinde merkezler oluşturmuş, bazen aynı amaca hizmet veren paralel kuruluşlarla iş birliğine girmiş ve bazen de siyasî iktidarla hedef birliği olan projeler yapmıştır. (Mikser Tipi üniversiteler de olduğu gibi)

Mikser Tipi üniversitelerden kısaca bahsetmek gerekirse, şahlık dönemi İran'ın batı tipi üniversiteleri, İran İslâm Devrimi'nden sonra büyük ölçüde kaldırılıp yerlerine medrese tipi üniversiteler kurulması cihetine gidilmiş. Kum Medreseleri mezunlarının ihtiyaç duyulan aydın tipini, karşılayacağı umulmuştur. Ancak ekonominin, para, banka sigorta ve benzeri kalemleri eğitilmiş insan ihtiyacını karşılamamıştır. Bunun üzerine eski ve yeni eğitimi ortak program olarak ele alıp Mikser Tipi üniversiteyi oluşturmuşlar. Bu tür üniversiteler, mezunlarında gördükleri aksaklıkları gidermek için özel araştırmalar yapıp, sürekli müfredatlarını yenilemek cihetine gidiyorlar.

Kurumlar münasebetiyle hakkında bilgi vereceğim "İslâm Mezhepleri Arası Dialoğ Merkezine"ne ve Ehl-i Beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı'na ileride yer vermeye çalışacağım.

İran-İslâmiyet ve Türklük

İran'ı yazı konumuz itibariyle tanımlamak gerekirse, bugünkü nüfusu 65-70 milyon olan, bu nüfusun yüzde 27'si şehirlerde yaşayan ve 1986 istatistiklerine göre yüzde 3,5-4 nüfus artışı gösteren bir ülkedir. İran Büyükelçiliği'nin broşür olarak dağıttığı bir kaynağa göre, İran'ın Azerbaycan eyaletinde yaşamakta olan; onlara göre Azeriler, bize göre Azerbaycan Türklerinin İran'ın diğer halkından, dil farklılığından başka bir ayrılığı yoktur. Bu kaynak, İran'daki Kaşkâyiler gibi diğer Türk unsurlardan da Türk kimliklerini zikretmeden bahsetmektedir. Bu arada Araplar, LorIar (Lurlar), Beluçlar, Talişler, Bahtiyarîler, Zengibar ve Hintli unsurların varlığından da söz edilmektedir.

İran'ın resmi kaynaklarına göre mevcut nüfusun yüzde 20'si Azeri (Azerbaycan Türk'ü)'dür. İranlı Türkler ise, İran nüfusunun yüzde 50'sinin kendilerine ait olduğunu ifade etmektedirIer.

Resmi kaynaklar, İran dinîni İslâmiyet, mezhebini de Şii Caferilik olarak açıklarlar. Halkın büyük çoğunluğunun Şii-Caferî olduğu; Hanefi Şafi Maliki, Hambelî, Zeydîye mezheplerinin de bulunduğu ifade edilmektedir.
İran'da görünürde millîyet Şiî-Caferilikle özdeşleşmiştir. Zahirde Fars, Türk vs. değil, İranlılık vardır. İranlılığın odağında ise, Şii -Caferîlik bulunmaktâdır. Gerçekte ise eğer yanılmıyorsam, bana göre Şiî -Caferilik, Fars kültürü ve emelleri ile birleşip Fars millîyetçiliğini meydana getirmiştir.
İran'ın resmi bakış açısına göre; Sasâniler, Safevîler, Avşarlar, Zendîler, Kaçarlar gibi yönetimde bulunmuş hanedan aileler ile Gazâli, Ebu Reyhan, Birunî, Hâce Nesir Tîsâ, Sâdî, Hâfız ve Mevlânâ gibi sahalarında kendilerini tescil etmiş isimler, İran İslâm dünyasının ürünleridir. Bu dünya yani söz konusu İslâmiyet Şiî -Caferî İslâm'dır. İran yanılmıyorsam zahirde İran vatandaşı olmayı, gerçekte ise Fars milliyetçisi olmayı yansıtıyor. İran'ın anılan resmi kaynağı Caferiliği tanımlarken "Şia mezhebi, Hz. Ali İbni Ebu Talib (Selamallahualeyh) ve onbir evladının imamlıklarını vurgulayarak, bu oniki imam Hz. Muhammed'in (sav) temsilcileri, halifeleri ünvanıyla kendi takipçilerine uygun politik ve sosyal taahhütler öngörerek onları kamu ve sosyal hizmetlere karşı ilgisiz kalmaktan uzak tutmaya çalışıyor. İran İslâm İnkılabı Hükümeti ise işte bu hasletten neşet etmektedir." demektir.

Hocam Fığlalı ise, Şiîliği anlatırken: "Şia, usûl-ı din denen inanç esasları ile ilgili hususlarda, dikkate değer farklılıklar ve özellikler taşır. Gerçi tevhid, nübüvvet ve ahiret gibi üç temel esasta birleşmiş olmakla birlikte, imametin usul-ü din içine sokulması ve dolayısı ile Hz.Muhammed'den (sav) sonra belli kişilere üstünlük ve bu kişilerin, peygamber gibi ismet sahibi, yani günahlardan korunmuş oldukları hususunun kabul edilmesi, İslâm dininin, Kur'an-ı Kerim'in özüne ve ruhuna ters düşmektedir. Çünkü üstünlük ancak takvaya bağlıdır" demektedir.

Şia'nın siyasi tezahürü konusunda ise hocamız, "Siyasî bir fırka hüviyetinde olan Şia, baştan beri, ister Sünnî ister Alevî olsun özellikle Türkler arasında itibar görmemiş ve hemen hemen hiç taraftar bulmamıştır" demektedirler ki biz Şiî-Caferî Türk dünyasının mevcudiyetini düşününce bu görüşe pek katılamıyoruz.
Ehl-i Beyt konusunda ise sayın hocam Fığlalı: "Şia'nın özellikle Ehl-i Beyt adına var olduğu iddiası, bütün Müslümanların dikkatini ve alâkasını çeker veya çekebilecek bir husustur. Maamafih pek büyük çoğunluğu Hz. Muhammed (sav) 'in soyunu, Ehl-i Beyt'ini, dolayısıyla Hz. Ali (ra) ve oğııllannı sonsuz bir hürmet ve muhabbetle bağrına basar ve onlara azamî bağlılık ve dostluğu (tevellâ) gösterir. Nitekim memleketimizde, Ehl-i Sünnet'e mensup topluluklar ile bizim kendilerini görüşleri itibariyle Ehl-i Sünnet içinde mütalaa ettiğimiz, ama kendilerine Alevî denen zümrelerde, sadece bu hususta Şia ile aynı kanaati paylaşırlar" demektedir.

Bu açıklamayı Anadolu Alevîliğinin, sadece Ehl-i Beyt sevgisi itibariyle, Şia ile ortaklığı olduğu, Ehl-i Beyt sevgisinin Ehl-i Sünnet'te de bulunduğu gerçeğini, muhtemel bir haklı suale peşinen cevap vermiş olmak için yaptık.

Tekrar konuya dönmek gerekir ise yaptığımız açıklamalar ışığında denilmektedir ki, İran'daki Türk potansiyelden, Türklük adına söz edilirken bir husus çok iyi bilinmelidir ki, tarihte İran'da yönetimde bulunmuş hanedanların çoğunlukla Türk olmaları, onların tarihte Şiî-Caferî İslâm adına var otmuş olmaları gerçeğini değiştirmez. Günümüzde Şiî-Câferi dünyasına sözcülük eden İran, bu potansiyeli, İranlılık adına sahiplenmektedir. Bu gerçeği göz ardı edemeyiz.

Şiî-Caferî Türk hanedanları için koyduğumuz teşhis Caferî inançlı yüzde 50'leri bulan Türk nüfus potansiyeli ve Caferi inançlı "tarihî Türk güzideleri" itibariyle de geçerlidir. Bu açıdan bakılarak Caferî inançlı karizmatik Türk din adamlarının durumuna gelince, onlarda doğal olarak Caferîlik motifi daha önceliklidir. Onların durumuna ayrıca gelmeye çalışacağım. Yapmaya çalıştığım bu genel açıklamalar; İran ve Anadolu, Bektaşî Alevîliği ilişkisine giriş içindir.

Kurumlar II:

Yapılanma bölümünde atıf yapıp, genel hedefine hitap ettiği kitleye mali kaynaklarına ve uzman temin şekline dair açıklamalar yaptığımız EhI-i Beyt Kültürünü Yaşatma Vakfı'nın altı müstakil kuruluşu vardır. Bunlar bina, arşiv uzmanı, tahsisat vs itibariyle belirtilen aynı ortak hedef için çalışırlar. Mesela birisi İslâm kaynaklarını birinci elden toplar, gerekli ise yorumlar ve dip notlayarak yayınlar. Diğerleri ise akademisyenlere, çocuklara halka yönelik çalışmalar yaparlar. Ansiklopedileri ve okul kitaplarını yeniden hazırlayan kuruluşlardır. Bu sahalarda araştırma yapan kimseleri tespit eden, onlardan ve onların yayıma hazır eserlerinden istifade eden müesseselerdir. Yüzlerce uzmanla hizmet eden bu kuruluşlar, bilgisayarla donatılmıştır. Amaç Caferî inancı inşa ve yaymaktır.

Sık sık bahsettiğim "Caferîlik" tanımından hareketle, İmam-Caferi Sadık Hazretleri'ne olan saygı ve sevgimizden şüphe edilmesin. Biz siyasîleştirilen İran Şiasını kastediyoruz.

İran da siyasîleştirilen Ehl-i Beyt kültürü sadece iç birliğin sağlanılmasında, hizmet verip dış siyasetin temelini teşkil etmemektedir. Aynı zamanda büyük bir turizm kaynağıdır. Sayın Ebulfez Elçibey'in belirttiği gibi, Arap Vahabîliğinin, Hac faktörünü kullanmaları gibi, Fars Caferîleri de Kerbelâ ve Meşhed'i Ehl-i Beyt zemininde siyasî, ekonomik ve kültürel çıkarlarında kullanmaktadırlar.

Geçmişte Türkiye Şiası itibariyle İran gündeme gel ince, Aras vadisindeki Türk cemaati için, Kum'da molla eğitimi alan mahdut sayıda çocuğumuz hatıra gelirdi. Şimdi Kum ve Tahran'da yüksek öğrenim gören 'Türkiye'den gitmiş yüzlerce genci görebilirsiniz. Bunların ne kadarı YÖK kayıtlarına aksetmiştir bilemiyorum. Ancak alınan bu eğitimin, sadece cami imamı düzeyinde olduğu kanaatinde değilim. Tahran'da birlikte cuma namazı kıldığım ve İmam Caferi Sadık Mikser Tipi Üniversitesi'nde tanıştığım, Karslı hemşehri sayısı yirminin altında değildi. Bundan rahatsızlık duyduğum için söylemiyorum. Türk dünyasının her kesiminden Türkiye talebe alıp verirken, bir bölümü ile bu dünyanın bir parçası durumunda olan Azerbaycan'dan, bu gelişmelerin dışında tutulmamalı ancak, bu potansiyelin bilinmesi, hayırlı stratejiler için hayati öneme haizdir. Böylece yurt dışına giden dinî eğitim gören öğrencilerin bir noktada kayıt alınması zarureti hafiflemiş olacaktır.

Kum'da dini turizm bilhassa emekli bir kısım memurumuzu celbediyor. Aynca dinî turlar hazırlandığını, bu turların Türkiye'den başlayıp İran'ı kat'edip, Irak'ı da içine aldığını biliyoruz. Iğdır'dan bir arkadaşımızın içerisinde bulunduğu bu turlar, bir gün Türkiye'den Alevî-Bektaşî kesimi de kapsayabilir. Eğitsel, turistik ve ticari gidiş gelişlerin mevcut emareler itibariyle gelişeceği kanaatindeyim. Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş-ı Velî Araştırma Merkezi'nin dikkatini bu noktaya çekmek isterim.

Anadolu Bektaşîsi, İran Şiî-Caferi coğrafyasını inancından kaynaklanan bir ihtiyaçla ziyaret etme isteği duyabilir mi? Bu tür bir özlem gerçekleştirilebilir mi? Muhtemel başlama tarihî çok mu yakındır? Bu yeni dönem, yeni kültürel sentezlere yol açar mı? Hayatın ticari, siyasî vb. hangi kesimlerine yansır?

Bence aydını aydın yapan özellik, görünmeyeni görebilmesi, hesabını iyi yapıp ufuktakinin tanımını sağlıklı yapabilmesidir. Bu arada kullandığımız ifadelerle olmayanı var göstermek ve nehri yamaç yukarı akıtmak isteyenlerden de olmak istemeyiz.

Nokta Tesbitler:

Nişabur'da Hacı Bektaş Veli'nin hocası ve Ahmet Yesevî müritlerinden Lokman Perende'nin izlerine oldukça sıkı aradık. Gezi programında olmamasına rağmen, Nişabur'a sırf Bektaşiliğin kaynaklarını bulalım diye gittik. Bilhassa, Dr. Sezgin özel gayret gösterdi. Sağ olsunlar, ev sahipleri de gerekli imkanı sağladılar.

Esasen bu tür bir tesbit için yurtdışına gidilmeden evvel, geniş bir literatiir çalışmasını ilkin Türkiye'de yapmak gerekir. Sonra da hangi şehirde, bu konuda kiminle temas edileceği, randevu saatine kadar belirlenmelidir. Ehl-i Beyt kültü gayri Şii Caferî izleri silip geçmiştir. İmamzadelerden sonra itibarı olan gönül erleri de prestijlerini aynı ocaktan feyz almış olmaktan alıyorlar.

Yapılacak işlem, kesine yakın tesirleri bekleyip Lokman Perende ve Hacı Bektaş'ın çağdaşı olan erleri tespit edip, bu muhtevalı eserleri künye kayıtları ile çıkarıp, bu sahada çalışan araştırmacılarla tanışmaktır. Bu konuda Mecme-i Cihâni Takrib-i Mezahib-i İslâm (Uluslararası İslâm Mezheplerini Yaklaştırma Birlik Merkezi) ile işbirliği yapılabilir. Bu ifadem tavsiye anlamında değil, bu kuruluşun, bu konu alanına girer ve bu kuruluşun potansiyeli ve benzer kurumlarla işbirliği arzusu vardır.

Konu Bektaşîlikten açılmış iken, Kum'da Dr. Tureyli bize bir açıklama yaptı. Tureyli'ye göre Hacı Bektaş Veli'nin mezarı Türkiye'de değil, Kerbelâ'da Hz. Ali türbesinin giriş kapılarından birisinin eşik taşının altındadır. Türkiye'de Hacı Bektaş kasabasında olan külliye makamına izafeten yapılmıştır. Bu konuda birçok Arap kaynağı vardır. Ancak, bu ifadeleri teyit edemedik. Özel maksatla mı çıkarıldı, onu da bilemiyoruz. Bu konuda bazı iddialar bulunmasına rağmen hiç birisi güvenilir kaynaklar tarafından doğrulanmamıştır.
Dr. Tureyli, bu konuda Dr. Sezgin'e fotokopi gönderecekti, hatta biz onâ "Makale yaz gönder, senin imzanla Türkiye'de neşredelim" dedik. Uzun bir süre geçmesine rağmen henüz kendisinden bir ses çıkmadı.

Söz Hacı Bektaş ve Bektaşîliği araştırmaktan açılmışken, Türkiye'de arşiv ve alan çalışması fevkalâde sınırlı iken, yapılan çalışmaların yönlendirilmesini daha çalışkan ve ciddi oldukları için, batılı şarkbilimcileri ellerinde tutuyorlarken, bizim bu tutumumuzla bu alanda fazla varlık göstermemiz beklenemez. Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Merkezi, muhakkak Arapça ve Farsça bilen uzmanlar istihdam edebilmelidir.

Bizim yaptığımız tespitler büyük ölçüde el yordamıyla oldu. Bu arada Hacı Bektaş Veli Velâyetnâmesi'nde olduğu gibi, pirin türbesinin eşik taşı altında yatmak, (Defnedilmek) suretiyle, ziyaretçiler üzerine basacakları için, ecir (sevap) alma inancı Anadolu'da olduğu gibi İran Türkistan'ında da yaygındır. Bektaşîlikle yakından ilgili olabileceğine ihtimal verdiğimiz bir tespitimiz de Tebriz'de oldu. 7-8. yüzyılda yapıldığı ifade edilen bir makber-mescide şahit olduk. Burası Siga Mescidi Külliyesi'nin bir parçası gibi idi. Zamanın Yesevîlerine ait olduğunu değerlendirdik. Sonradan yapılan aynalı iç tezyinat döküldükten sonra, İmam Hz. Musa Kâzım'ın torunlarından Hz. Hamza ve oğluna ait oldukları duvar yazılarından anlaşılmıştır. Sıva altı süslemelerden Türkmen derviş resimleri çıkmıştır. Buradaki mezar taşlarından ve kapılara süs olmak üzere çakılan madeni plakalara bakarak bunların Hacı Bektaş Velî Dergahı ile büyük benzerlik gösterdiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Buradaki duvar resimlerinin, yazılarının, mezar taşlarının ve kapılardaki mâdenî kakma figürlerin resimlerini çektik. Bunlar Kültür Bakanlığı'nın ertelediği Hacı Bektaş Velî Sempozyumu'nda değerlendirmeyi düşünüyoruz. Esasen bu ve Kademgâh gibi mekanlar değerlendirilirken inceleme ekibinde sanat tarihçisi de bulunmalıdır.

Anadolu'ya Yönelik Tesbitler:

Şiî-Caferî inancı kapsamındaki halk sufizmi muhtevalı bazı kurum ve kavramlar ile, Anadolu Alevîliği kapsamındaki benzerleri arasında münasebet kurulduğunu gözledik. Bunlardan bir kısmı gerçek olabilir. Muhtemelen bir kısım benzerliklerin altında da inanç akrabalığı bağlarının aranmasında bazı politik mülâhazalar vardır.

Bunlardan birisi de Anadolu Alevî Zazaları ve Tahtacılarındaki "ahiret kardeşliği" Musahiplik ile Şii Caferilikdeki "Siga kardeşliği-Ahiret kardeşliği" arasındaki bağdır. Caferîler bu inancı Gadir Hum'a dayandırmaktadır. Yine halk inançları arasında "Akdi duası" vardır ki Alevîlikte "ikrar ayini" ile başlatılır.

Kum'un 5-10 km açığında, Cemkerân diye bir dini külliye var. Etrafında meskun bir alan oluşturulmuştur. İfadeye göre, İmam Hz. Mehdi burada abdest alırken bir köylüye gözükmüş ve Ayetullah Humeynî de buraya sabahlara kadar dilek sahibi halkın dolup boşaldığı bu dinî merkezi yaptırmıştır.

Bazı Şii-Caferî yorumculara göre "Cemkerân" ile "Cemmekan" arasında bir anlam beraberliği vardır. Cemkeran'ın etimolojik tahlilini yaparlarken, "cem" artı "mekân" şeklinde yapmakta ve Anadolu'daki "cem ayini", "cem evi" ile "cemkeran" arasında bağıntı kuruyorlar. Ancak, bu görüş pek taraftar bulmamaktadır. Çünkü bu etimolojik bir zorlamadan ileri gitmemektedir. Şii-Caferîlerde ibadet adına alkollü içki ve ibadet adına saz geleneği kesinlikle yoktur.

Anadolu Aleviliğinde, Zazalarda görülen Hüseynilik Şiî-Caferi inançlılarda da var. İfade edildiğine göre Hüseynilik bir nevi mezhepler arası lâiklik gibi bir zihniyettir. Taraflar birbirlerinin inançlarına saygılı davranıp müdahale etmiyorlar. Mehmet Şerif Fırat ünlü eserinde (Doğu İlleri ve Varto Tarihi) "Biz Alevi-Bektaşi-Hüseynîyiz" demektedir.

Hüseynî diye ayrıca bir de mescit türü var. Buralarda yolcular, garipler geceleyebiliyorlar, muhtaçlara aş ekmek veriliyor. Buralar ile Anadolu'daki cemevleri arasında da bir bağ kurulmak isteniyor. Ancak içki içilmiyor ve saz çalınmıyor. Ne var ki İran'da Hüseyni veya Hüseynîye türü vakıflar giderek azalmıştır.

Anadolu Alevî-Bektaşîliğinde kimlik oluşturan kodları iyi tespit edip incelemek zorundayız. Bunların günümüz Türk milli kültüründeki yerini belirleyip kültür değerlerine sahip çıkma adına korumalıyız.

Erzincan'dan bir Alevî kesimin İran'la ilgisi olan bir arkadaşımdan İmam Cafer-i Sadık Buyruk'u getirttiğini, Farsça olan bu buyruk metninin dilinin anlaşılabilen bir bölümünün Türkçe'ye çevrildiğini, ancak bu Buyruk metninin Erzincan yöresinde pek itibar görmediğini biliyoruz.

Anadolu'da geniş anlamda Alevî kesim arasında kabul gören bir tek buyruğun değil, muhtelif buyrukların bulunduğunu, bazı kesimlerin ellerinde hiçbir buyruk metninin olmadığını, mevcut buyruklara da fazla itibar edilmediğini söyleyebiliriz. Anadolu Alevîliğini ortak bir buyruk altında toplamak, buyruk metnini İran'dan temin etmek istemiş olmak muhtemel yeni inanç etkileşimleri itibariyle üzerinde durulması gereken bir husustur.

Kültür Bakanlığı'nın 1996 tarihli "Türk Halk Kültürü Araştırmaları-1995" isimli bir yayınında Sabri Çakır imzası ile yayınlanan "Kargılı; İmam Câferi Tahtacı, Alevî Köyü" isminde bir makale neşredildi. Bildiğimiz kadarı ile Tahtacılar, klâsik Anadolu Alevisi olmalarına rağmen onların adına ilave edilen Caferîlik tanımı dikkat çekicidir. Bu tespitimizi açıklarken yazarı veya yayını teşhir etmek istemiyoruz. Ancak sehven veya kasıtlı gelişmelerin bilim adamlarımız tarafından titizlikle izlenmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü bu gelişmeler inanç ağırlıklı olmaktan çıkıp siyasîleşme eğilimi göstermektedirler.

Yapılan Görüşmeler:

İran'da görüştüğümüz konumuzla ilgili her aydın, İslam'ın içerisine sokulan ihtilaftan yakındı. Bunlardan İmam Cafer-i Sadık Üniversitesi, Rektör Yardımcısı Mehdi Babîr Keri tarihteki ihtilaflara düşülmemesi gerektiğini belirtti. Seyyid Cevat Şehristânî'nin konuşmalarında en fazla üzerinde durduğu husus İslâm'a emperyalistler tarafından sokulmuş iftiralar konusu oldu.

Ayetullah Mirza Cevat Tebrîzî, bu konuda, "İhtilaf ceng ü cidâl ile değil konuşularak, anlatılarak çözülür. Allah'ını bilen kavmiyetçilik yapmaz. Sünnî-Şiî-Şafi ayrımı yapmaz. Önemli olan farklı mezheplerden olmak değil, mezhepler arası ihtilâfa yol açmamaktır. İhtilâf geçmişte kalmıştır. Geçmişin ihtilafına düşmeyelim" demektedir.

Seyyid Ali Hüseyin (Seyit Mevlânâ), "İmamiye tebliğini yaparken kendi akâidini söyler, diğer mezhepleri ve gayrimüslimleri yermek bizim akâidimizde yoktur. Bahâîlik ve Vahabîlik bize göre merbuttur" diyordu. Ayetullah Muhammet Bakir Set, "Vahdet-i İslâm için bir toplantı tasarlıyoruz. İslâm Mezhepleri Üniversitesi diye bir Üniversite açtık, bir araştırma merkezi oluşturduk. Mezhepler dışında kalan kesimler için de buralara temiz ve hurâfesiz İslâm'ı götürerek sorunu halledeceğiz" demektedir.

Görüştüğümüz bir çok kişiden "Bu tür ihtilâfa düşmeyelim, ihtilafa düşmemiz dünyevî uhrevi hayatımıza zarardır. İhtilafımızı sizin ve bizim hasımlarımız istiyorlar. İhtilâfları yakın ilişkilerle çözebiliriz. Daha sık temas edelim" meâlinde çok mesaj aldık. Bu noktada peşin hükümden uzak, sağlıklı ve realist değerlendirmeler yapılması gerekmektedir. Bu türden bir değerlendirme ciddi araştırma merkezlerinin görev alanına girer diye düşünüyorum. Bu münasebetle şunlar söylenebilir mi?

Osmanlı'nın titizlikle kaçındığı Şiî-Caferîliğin tescilini günümüz İran'ı Türkiye Cumhuriyeti'ne onaylatmış mı olur? "Onaylarsak ne olur? Zaten Şiî-Caferi dünyasının mevcudiyeti bir gerçektir" diyebilir miyiz? İran'ın Caferiliğini Türkiye Cumhuriyeti onaylar ise ve Caferîler Türkiye Alevîliğini "arka bahçeleri" olarak görüyorlar ise İran Caferiliğinin Anadolu'ya sarkması daha mı kolay olur?

Türkiye Cumhuriyeti zaten lâik bir ülkedir. İnsanların inanç tercihleri sorun yaratmaz. Ayrıca lâiklik itibariyle Türkiye Cumhuriyeti, dinî ve uhrevi tercihleri aynı kefelere koymuşken sorun olmaz diyebilir miyiz?

İlişkilerin bir başka boyutu da Humus toplanması sahası ve bunun kamuoyuna Türkiye Cumhuriyeti Meclisi'ne yansımasıdır ki hayal mahsulü de olsa vahameti su götürmez. Gerçi Anadolu Alevîliği, Bektaşîliğinde Humus uygulaması yoktur. Sadece Aras Vadisi Caferîlerinde vardır. Alevîlerde sadece "Dede Hakkı" vardır.

İran Caferî İslâm adına dünyanın neresinde alanına giren bilgi ve belge varsa, onun mikrofılmini toplamaktadır. Bu kapsama giren her türlü kültürel faaliyeti izlemektedir. İlgili araştırmacılarla muhakkak temas kurmaktadır. Bütün tatbikatlar ve tasarılar İran-Fars emperyalizminin emareleri olarak tezahür etmektedir. Türkiye'yi de içine alan (Türkiye'ye rağmen ve Türkiye ili birlikte) bir çözüm arzu eden bu tesbitler üzerinde stratejik çalışmalar yapılması, yapılanların hızlandırılması gerekmektedir.

Afganistan ve Körfez savaşlarından sonra, Afganistan ve Irak'dan İran'a büyük halk kütleleri sığınmış. Bunlardan bir kısmı farklı millîyetlerdendir. Bu arada Türklerden sığınanları ise genellikle Şiî -Caferîlerdir. Bir kısımda mesela, Afganistan'dan Hazara Türkleri ve Irak'ın bir kısım Türkmenleri Alevî veya Kekâiler. İran bunları sistemine başarı ile entegre etmiştir. Türkiye'den İran'a geçici olarak giden Caferîlerden bir kısmı ise, Anadolu Alevilerini horlamakta, onlara "Dedeler sorunlarına sahip çıkmamış. Bunlar, Caferîliğin yüz karaları" demektedirler. Anadolu Alevîliği için İran'ın profesyonel Caferîleri ise "Geçmişin Caferîleri iken dinî hakları, Sünnîlerce gasbedilmiş, Sünnîleşmeye mecbur edilmiş, Caferîliğe kazandırılması gereken" kesim olarak bakmaktadır.

İslâm Mezhepleri Arası Diyalog Merkezi, Kum Şubesi Başkanı Mehdi Necefi "Vahdet arayışlarının birbirlerinin içinde olmadığı, esas olanın mezheplerin birbirini tanıması olduğu, Şiî'nin Sünnî'ye; Sünnî'nin Şiî'ye tercihi olmadığını" belirtti. Birlik fikri için İslâm kaynaklarının esas alınmasını ve kendisinde olmayan şeylerle mezheplerin itham edilmemesi gerektiğini belirtti.

Bu merkez, Şiî-Caferîlikle birlikte sekiz mezhebi muhatap kabul etmektedir. Bunlar dört Sünnî mezhep, Yezdeilik, Bâbaîlik, Zeydiliktir. Bu mezhepler dışında kalan Bektaşilik, Alevîlik gibi kesimlere mevcut mezhepler tebligatlarını yapacaklar, bunlar isterlerse katılacaklar veya bunları oldukları gibi kabul edeceklerdir.

Sonuç:

İran aydını Türkiye'ye bir kültür kapısı açmıştır. Biz bu kapıdan ilk girenlerden olduk. İran bu kapının açık olmasının iki tarafın da yararına olduğuna inanmaktadır. Biz bu kapının açılış amacına dair peşin hükümlü olunmasından yana değiliz. Biz gördüklerimizi, duyduklarımızı, kişisel yorumlarımız ile yansıtmaya çalıştık. Daha fazlası için şahsi gözlemler düzeyini aşıp ihtisas merkezlerinin araştırmalarına başvurmak gerekecektir.

İran bilindiği gibi bir İslâm devleti iken, Türkiye lâik bir ülkedir. İdarî sistemlerin farklı olmaları işbirliğini önler mi? Ne nispette ve hangi hallerde önler? Ayrıca her iki ülkenin etnik ve mezhep yapıları ile uluslararası ittifakları da özel önem arz etmektedir. Bütün bunlar münferit çalışmalarla açıklık kazanacak hususlar değildir. Şurası muhakkak ki İran ne aradığını tesbit etmiştir. Bu maksatla müesseseleşmiştir. Bu kuruluşlar uzman, mevzuat ve tahsisatla donatılmıştır. Türkiye İran'ın kurumlarını, imâmetin mahiyetini, cemaatle kurumların işleyişini her zamankinden daha titiz ve büyük bir önemle inceletmek durumundadır.

0 Comments:

Post a Comment

<< Home